Baiev’in Kaleminden Sürgün
Ünlü Çeçen cerrah Khassan Baiev’in “Yemin:İki Ateş Arasında Bir Çeçen Doktor” isimli kitabında yer alan ve Baiev’in kaleminden 23 Şubat 1944 sürgününe dair bu vahşetin tanığı babasından dinlediği gerçekler…
“…Dönüp baktığımda Dada’nın hikayeleri anlatmak için Hüseyin ve benim gerekli bilgileri alabilecek yaşa gelmemizi beklediğini görüyorum. Hüseyin ve ben sık sık ondan bizi evimizden görünen terk edilmiş köye götürmesini isterdik; ama o hep çok meşgul olduğunu söylerdi. Sonra bir sabah kahvaltımızı çabucak bitirmemizi söyledi, bizi o hayalet köye götürecekti. Evin önündeki patikadan inmeye başladık, toprak yolu geçtik ve dağın yaklaşık sekiz yüz metre aşağısına indik. Dağda tüm renklerin üzerimize sıçradığı günlerden biriydi. Patika boyunca kenardaki uzun otlar bacaklarınıza dolanıyordu ve düğün çiçekleri, papatyalar, laleler ve minik beyaz çiçekler ayaklarınızda açıyordu.
Köye ulaştığımızda, boyumuz kadar otların ve ısırgan otu yatakların arasından geçip meydana ulaştık. Isırganlar pantolonumun üzerinden bacaklarıma batmıştı; ama şikayet etmeye cesaret edememiştim. Evlerin mimari yapısı bizimkileri çağrıştırıyordu; fakat duvarlarının çoğu yıkılmıştı. Evlerin arka bahçelerini ağaçlar ve uzun otlar basmıştı.
“Çeçenistan’daki tek terk edilmiş köyün burası olduğunu mu sanıyorsunuz?” dedi Dada durup eliyle vadiyi işaret ederken. “Şuraya bir bakın!” dedi. “Ne görüyorsunuz?”
Başta yalnızca bir koyun sürüsü gördüm. Sabırsızlandı. “Dikkatli bakın! Dağın sırtındaki ev kümesini görmüyor musunuz?” O anda kayalıkların yamacına dizilmiş eve benzeyen şeyleri fark ettim.
“Bütün Çeçenistan terk edilmiş köylerle dolu” dedi Dada. “Sürgünden sonra köylerde kalan tek şey hayvanlardı. Makazhoy terk edilmişti. Biz orayı terk ettikten sonra insanlar gelip bıraktığımız her şeyi aldılar.”
Dada sessizleşti, bir süre vadiye dalıp gitti. Tekrar konuştuğunda sesi çatallaştı. Onu ilk kez böyle görüyordum.
“Bütün köyde hayvan sesleri yankılanıyordu: Köpek ulumaları ve sağılmayı bekleyen ineklerin mölemeleri. Memeleri patlayıncaya kadar sütle dolmuşlardı ve sonunda öldüler.” Hayvanların başına gelenleri dinlemek beni dehşete düşürdü ve evdeki ineklerin aynı acıları çektiğini düşündüm bir an.
Dada bizi büyük mezarlığa götürdü. Karşı köşede, üzerlerinde gizemli semboller, daireler ve sopa gibi şekiller olan taşlar vardı. Bunların, Çeçenistan’a İslamiyet gelmeden çok önce, insanların güneşe ve aya taptığı çok tanrılı dönemlere ait olduğunu söyledi. Büyük mezarlığın yanında, ortasında bir sütun olan telle çevrili bir de küçük mezarlık vardı. “Derede ölen insanlar buraya gömülüyorlardı” dedi.
Derenin ne olduğunu sorduk; Stalin polislerinin 1944 sürgünü sırasında işe yaramayan güçsüz insanları ölmeleri için kayalıktan aşağıya attıklarını söyledi. Daha sonra Dada bizi o kayalığa götürdü; o gün hafızamda bugün gibi canlıdır hala. Uzak tepelerde kar parıldıyordu; vadi yumuşacık güneş ışığıyla yıkanıyordu. Yukarı baktım ve iki kartalın, maviliği gözümü acıtan gökyüzünde daireler çizdiğini gördüm.
Dada uçuruma vardığımızda bize uyarılarda bulunuyordu. “Aşağıya bakın; ama kayalığın kenarına fazla yaklaşmayın ve sakın ayağa kalkmayın! Başınız döner!” Hüseyin ve ben kayalığın kıyısına kadar otların arasından emekledik. Ben öne eğilip uçuruma bakarken Hüseyin beni ayak bileklerimden tuttu. Yaklaşık yüz seksen metre aşağıda, nehir, vadinin üzerinde kıvrılarak akıyor, gürültüsü kayaları titretiyordu; bu yüzden Dada 23 Şubat 1944’te neler olduğunu anlatırken onu güçlükle duyabiliyordum.
“Yaşlıları ve sakatları uçurumdan attılar, böylece onlardan kolayca kurtulacaklardı!” dedi. “İçlerinde kuzenlerimiz Karim ve Uzum da vardı ve birkaç uzak akraba… Sağlam olanlar, sığırlar gibi bir yere doldurulup Kazakistan’a gönderilmek üzere, yürüyerek zorla yaklaşık otuz kilometre doğudaki Vedeno’ya gönderildi. Biz buna “Ölüm Yolu” adını vermiştik.”
O konuştukça, gözümün önüne boşluğa fırlatılan, havada dönen, takla atan canlı bedenler, hızla aşağı düşerken rüzgarda uçuşan giysiler geliyordu. Kayalara çarptıklarından vücutlarının tanınır halde olup olmadığını merak etmiştim. Düşerken bir dala takılan olmuş muduydu? Hayatta kalıp bu gaddarlığı kim anlatmıştı?
Otlara tutunarak tekrar ileri uzanıp boynumu uzattım; ama hiç çalılık göremedim. Karanlıktan ve güneşte parlayan nehirden başka bir şey görünmüyordu. Başım döndü; midem bulanarak kendimi emniyete almak için geri çekildim ve Dada’nın devam etmesini bekledim.
“Vedeno’da insanları kamyon kasalarına doldurdular.” Dada bir an sustu ve daha sonranehrin gürültüsünden sesini duyurabilmek için daha yüksek sesle konuşmaya başladı. “Bizi en yakın tren istasyonuna götürdüler. Hayvanmışız gibi bizleri tren vagonlarına bindirdiler. Kadınlar ve erkekler tek sıra halinde, ayakta, balık istifi gibi dizilmiştik. Bebekleri ve çocukları ezilmemeleri için kucağımıza almıştık.”
“Günler geçtikçe dışkı ve kusmuk kokusu nefesimizi tıkamaya başladı. Güçlükle nefes alabiliyorduk. Sonra teker teker insanlar ölmeye başladı. Bir şey söylemek için kafanı çeviriyordun ve yanındaki insanın ölmüş olduğunu görüyordun. Erkekler cesetleri vagonun köşesine taşıyıp onları istiflenmiş odunlar gibi üst üste yığıyorlardı. Tren bir yerde durana kadar cesetler çürümüş oluyordu. Can çekişen insanların iniltileri ve kadınların çocuklarının acılarına dayanamayıp feryat figan bağırışları tekerleklerin gürültüsüne karışıyordu.” Dada iç çekti. “Bir ay sonra Kazakistan’a ulaştığımızda vagonların yarısı boştu. Yolda yarım milyon insan ölmüştü.”
Dada her şeyin Sovyet yetkililerce ne kadar iyi organize edildiğini ve operasyonun nasıl önceden planlandığını anlattı. Yol boyunca her durakta, Rus göstericiler vagonları karşılamışlar. “Vatan hainleri! Vatan hainleri!” Babamın sesindeki öfkeyi hissedebiliyordum. “Bize vatan haini dediler!” Sonra Dada sessizliğe gömüldü.
Büyürken elbette sürgünle ilgili hikayeler dinledim. Dinlememek mümkün değildi. Herkes bir akrabasını kaybetmişti. Herkesin bir hikayesi vardı; ama Sovyet döneminde sürgün hakkında ancak kapalı kapılar ardında ve alçak sesle konuşabilirdiniz. Sovyet tarihinde örtbas edilen olaylardan biri de buydu. O korkunç olay hakkında, bildiklerimin çoğunu mutfak masamızın etrafında toplanan yaşlı kadınlardan duymuşumdur. Bir keresinde, benim dinlemediğimi zannettikleri bir anda, Nana, en büyük ablalarım Raya ve Tamara’ya, kadınların vagonlarında erkeklerin karşısında tuvaletlerini yapmaktan utandıkları için nasıl mesanelerini patlayıp öldüklerini anlatmıştı. Yaşlı kadınlar sık sık, ölülerini gömemediklerinden, onları köpeklerin ve çakalların yemesi için trenden attıklarından bahsederlerdi. Ölüleri yirmi dört saat içinde gömememek bizim için dine karşı yapılmış bir saygısızlıktır.
“Cesetleri gömmek için dereden nasıl çıkarıyorlardı?” diye sordum.
Dada’nın yüzü bulutlandı. “Yaklaşık olarak iki yüz ceset vardı” dedi. “Abrekler, Sovyetler başa geçtikten sonra dağlarda kanun kaçağı olarak yaşayan insanlardı, onlar çıkardılar. Cesetleri atlara yüklediler. Bu olay dört gün sürdü.”
“Baştan başla” dedim. “Size ne oldu?”
Dada, İkinci Dünya Savaşı sırasında kuzeydoğu cephesinde yaralandıktan sonra hastaneden taburcu edilip Çeçenistan’a geri gönderildiğini söyledi. Yaraları hala açıkmış, bacağındaki ve kalça kemiğindeki şarapnel parçaları yüzünden de çok acı çekiyormuş. Bir gün Makazhoy’un arkasındaki dağlık bölgede çadırlar olduğu dikkatini çekmiş. Önce bir çadır, bir çadır daha, hepsinin başında da İçişleri Bakanlığı’nın polis üniformasını giyen askerler varmış. Üniformalar onu huzursuz etmiş. Seyahatleri sırasında yok olmalarla, insanların geceleri bir daha görülmemek üzere nasıl ortadan kaybolduklarıyla ilgili söylentiler duymuş.
“Yerel Konsey Başkanı’na gidip bütün bu askerlerin neden orada toplandıklarını sordum. Sovyet ordusunun dinlenmeye ihtiyacı olduğunu söyledi. Sürgün sözcüğünü kullandım, o ise sanki çılgınca bir şey söylemişim gibi güldü.” Konsey üyesi eklemiş, “Eminim ki birlikler cumhuriyetimize temiz hava alabilmeleri ve Berlin’deki son görevden önce dinlenebilmeleri için yerleştirilmişlerdir.”
“Onun ve benim bilmediğimiz şey ise benzer çadırların Çeçenistan’ın dört bir yanındaki dağlarda kurulmakta olduğuydu. Üstelik yalnızca Çeçenistan’da değil, İnguşetya, Kabardey-Balkar, Karaçay-Çerkes ve daha uzaktaki komşu cumhuriyetlere de yayılmaktaydı. Stalin, Volga nehri kıyısında yaşayan Alman kolonilerini ve Kırım’daki Tatarları sürmüştü bile.”
23 Şubat 1944 sabahı, içerideki birlikleri yöneten NKVD gizli polisi bütün erkekleri meydana toplamış. Başta insanlar askerlerin yemek yardımı istediklerini düşünmüş; ancak daha sonra resmi binaların yakınlarına konuşlanmış korumaları ve makinalı tüfekleri görünce , bunun 23 Şubat’a denk gelen Sovyet Ordu Günü’nü kutlamak için yapıldığını zannetmişler.
Bütün erkekler toplandıktan sonra sarhoş bir NKVD yetkilisi meydandaki bir platformun merdivenlerinden sendeleyerek çıkmış, megafonu kaldırmış ve kalabalığa seslenmiş. Herkes sessizleşmiş. Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin dağıtıldığını bildirmiş. Bütün halk Nazilerle işbirliği yaptığı için Hazar Havzası’nın öteki tarafına gönderiliyormuş. Bir dakikalığına kalabalık taş kesilip sessizleşmiş; karşı çıkan uğultular yükselmiş. Neden? Neden? Meydanlarda bu soru yankılanmış.
“Sizler katilsiniz, vatan hainisiniz ve Almanlara yardım ettiniz!” yetkili megafondan bu sözleri tekrarlıyormuş.
Kalabalıktaki öfke büyümüş. Bir Çeçen’e vatan haini demek onu ödleklikle suçlamak demektir. Kışkırtıcı sözler… Bu insanları Almanlara yardım etmekle suçlamak çılgıncaymış; çünkü pek çoğu bir savaşın olduğundan bile habersizmiş. Okuma yazmaları yokmuş. Elektrikleri, gazeteleri yokmuş ve neredeyse dağlardan hiç inmezlermiş.
Göğsünde madalyalar ve şapkasında kırmızı bir yıldız olan Çeçen bir kumandan kalabalığı yarıp platforma gelmiş. “Sen ne diyorsun?” diye bağırmış göğsündeki madalyaları göstererek; öfkesi yüzünden anlaşılıyormuş. “Ben vatan hainiyim ha? Ben Stalingrad’da savaşıp gazi oldum! Anavatan ve Stalin için! Çağrısına uydum.” Sonra da NKVD yetkilisinin yüzüne bir yumruk indirmiş.
“Ben vatan hainiyim ha?” Sesi çatlak çıkıyormuş ve elinin tersiyle gözlerindeki yaşları siliyormuş.
İki koruma platforma fırlayıp adamı kolundan kıvırmış ve onu sürükleyerek uzaklaştırmış. “General dahi olsan umrumda değil!” diye bağırmış içlerinden biri. “Çeçen olman vatan haini olduğun anlamına gelir.”
“Bizlere vatan haini damgası vurdular!” Dada sessizleşti. Sözcüklerin arkasındaki acıyı hissedebiliyordum. “O kumandanı oracıkta vurmuş olmalılar” dedi nihayet tekrar konuştuğunda. “Götürülmesinden hemen sonra silah sesleri duydum.”
Dada, askerlerin ev ev dolaşıp kadınları saçlarından sürüyerek evlerden çıkardıklarını ve eşyaları sokaklara fırlattıklarını anlattı. Para ya da mücevher bulma umuduyla parçaladıkları yastık yüzleri ve yatakların tüyleri havada uçuşuyormuş. Köyün dört bir yanında silah sesleri yankılanıyormuş. NKVD birlikleri Çeçenistan’ın dağlık kesiminde yol geçmeyen köylerde oturanları soğukkanlılıkla öldürüyor ve böylece, bu insanları vadiye nakletme derdinden de kurtulmuş oluyorlarmış. Dada’nın bize anlattığına göre, dağların tepesinde Haybah adı verilen bir yerde birlikler kadın, erkek, çocuk demeden altı yüz kişiyi bir ahıra tıkıp içeriyi gazla doldurduktan sonra ateşe vermişler; en yaşlı kurban yüz dört yaşında bir adamken en genç kurban bir günlük bebekmiş. Başka bir katliam da, sınırdışı edilen beş yüz vatandaşı taşıyan kamyonlar hava muhalefetine yenik düşünce Çeçenistan’ın bir başka bölgesinde, Galanço’da gerçekleştirilmiş. Sabırsızlanan korumalar sağlam olanları vurmuş, engellileri, çocukları ve yaşlıları da yüksek bir tepeden Galanço Gölü’ne itmişler.
Vadideki köylüler bile dağdaki akrabalarının kaderinden kaçamamışlar. Sürgün günü, NKVD birlikleri Urus Martan yöresindeki hastaneye girip aralarında çocukların da bulunduğu birkaç yüz hasta ve yaralıyı öldürmüş. Daha sonra bu cesetler, askerler tarafından hastanenin arka bahçesine alelacele kazılan bir toplu mezara gizlice gömülmüş. Onlarca yıl yerli halk bu mezarlardan habersiz yaşamış. Ancak 1990’lı yılların başında, o hastanede çalışan bir Rus hemşirenin Grozny’deki çeşitli gazetelerden birine gönderdiği mektup sayesinde Çeçenler bu mezarlıktan haberdar olmuş. Bunun üzerine kalıntılar kazılıp Müslüman geleneklerine uygun olarak yeniden gömülmüş.
Dada, Makazhoy’da kucaklarında çocuklarıyla kadınların ve kimi at arabası üzerinde insanların oluşturduğu bir milden daha uzun bir alanı kaplayan kalabalığın nasıl dağdan aşağıya indiğini anlattı. İnsanların yüzleri, karla kaplı tepelerden esen dondurucu rüzgardan maviye dönmüş. Yaşlı adamlar yakarıp dua ederken kadınlar ağlıyormuş. Kaçmaya çalışan ve bitap düşüp geride kalan herkes vuruluyormuş. “Erkeklerden bazıları askerlere saldırmıştı” dedi Dada. “Süngülenip dereye fırlatıldılar.”
Dada, kadınların ve çocukların çığlıklarını ve erkeklerin yakarışlarını bastırmak için birliklerin tren istasyonunda davul çaldıklarını hatırladığı söyledi. Daha sonra Dada, tren yolunda doğuran bir kadınlar ilgili korkunç bir hikaye anlattı. Kadın o kadar çok utanmış ki, erkeklerin neler olduğunu görmemesi için başından aşağıya bir battaniye örtmüş. Doğum sırasında ölmüş ve tabii bebekte. Kadınlar üzerini açtıklarında, bağırmamak için alt dudağını ısırıp parçaladığını görmüşler.
“İnsanlar vagonlardan indikten sonra ölümlerin durduğunu düşünmeyin” dedi Dada. “Kazakistan’a ulaştıklarında zaten çoğu hasta olmuştu ve yetkililer bölgedeki doktorlara biz ‘vatan hainlerini’ tedavi etmemelerini emretmişti. Adını siz koyun, ölüm sebeplerimiz şunlardı: açlık, soğuk, dizanteri, akciğer iltihabı. ‘Çeçenlere iş yok’ dedi yetkililer, biz de açlıktan öldük.”
Dada, Kazakistan’da küçük bir yerleşim yeri olan, sıcaklığın kışın on beş derecenin altına düştüğü, yazın da otuz dereceye yükseldiğini, rüzgarlara açık bozkırların olduğu Vasileka’ya nasıl geldiğini anlattı. Başlarda düşmanca karşılanmış; ancak sonunda devlete ait bir çiftlikte iş bulup küçük bir ev yapmayı başarmış. İşte orada Nana’yla tanışıp evlenmiş. Nana, Tamara ve Raya’yı dünyaya getirmiş. Daha sonra Razya ve Melike’de Kazakistan’da doğmuşlar. Bu arada Nana üçüz doğurmuş. Dört ay boyunca bebekleri yaşatmaya çalışmış; fakat soğuk hava bebeklerin ciğerlerine işlemiş ve solunum zorluğu baş göstermiş. Onları komşu köydeki hastaneye götürmek tutuklanmak anlamına geliyormuş. Komşu köye akrabalarını ziyaret için bile olsa izinsiz gitmek yasakmış; aksi halde on yıl hapis cezası veriliyormuş. Önce kız bebeklerden birisi ölmüş, bir saat sonra da diğeri. Tüm gece Dada ve arkadaşları Çeçen mezarlığının bir köşesinde toprağın mezar kazacak kadar eriyip yumuşaması için ateş yakmışlar. Erkek bebekse bir ay daha dayanmış; ancak sonunda o da ölmüş.
“Peki Kazakistan’da kendine bir hayat kurmuşken, bir iş bulup bir ev yapmışken, neden eve dönmeye karar verdin?” diye sordum Dada’ya.
“Böyle bir soruyu nasıl sorarsın?” diye çıkıştı, sinirli görünüyordu. “Daimohk! Anavatanımız! On beş yıl boyunca her gün eve geri dönmemize izin verilmesini ve Makazhoy’u yeniden görmeyi hayal ettim.”
O sabah uzun otların arasına oturmuş, güneş sırtımızı ısıtırken, Dada’nın hikayelerini dinlemek bir anlam ifade etmiyordu. Böylesine korkunç şeyler nasıl gerçek olabilirdi? “Neden, eğer o kadar çok Çeçen senin gibi savaştıysa” diye sordum, “neden vatan haini olduğunuzu söylediler? Neden kafayı bize takmışlardı?”
“Bunun cevabı Stalin ve onun gizli polis örgütüydü” diye yanıtladı Dada. Cevabı beni tatmin etmemişti; ama ona daha fazla soru sormaya cesaret edemedim; çünkü sesindeki duygu yükünü fark etmiştim…”
Khassan Baiev’in Yemin: İki Ateş Arasında Bir Çeçen Doktor isimli kitabından alıntı.
Bu kitabı satın almak için tıklayınız… |
Tweet
Bir yanıt bırakın!