Kardeşler, Ekmek ve Boğaz
Çoğu yıllardır Türkiye’de yaşayan 1500’ün üzerindeki Çeçen mülteciye Türkiye hükümeti tarafından resmi mültecilik statüsü verilmiyor. Statüleri olmadan da, ülkede çalışma hakları bulunumuyor ya da eğitim alamıyorlar. Rusya’nın Çeçenya’daki savaşlarından kaçan pek çok mülteci Türk hükümetinin bu hakları kendilerine tanımasını bekliyor. Ancak İstanbul’dan bildiren Al Jazeera’nın muhabiri İmran Garda, Türk yetkililerin bu kararı almamasının ardında siyasi nedenle olduğunu ortaya koyuyor.
Kırklı yaşlarındaki tıknaz ve güçlü adam, röportajımıza başlamak için koltuğuna oturdu. Açıklamayacağıma söz verdiğim İstanbul ya da civarında bir yerdeydik.
Bana: “Umar İsrailov, bizzat Kadirov’un emri ile öldürüldü…” dedi.
Son zamanlarda birçok Çeçen direnişçi, Türkiye sokaklarında öldürüldü.
Muhalif Umar İsrailov da, Ocak ayında Avusturya’da öldürüldü. Karşımda oturan adam, İsrailov’un [kukla] Çeçen cumhurbaşkanı’nın emriyle öldürüldüğünden emindi.
Röportajımın can güvenliği için kendisinde bir endişe yaratıp yaratmadığını sordum.
Bana, “Dikkatli olmalı, fakat korkmamalısınız. Ölüm, korksanız da korkmasanız da gelecektir.” şeklinde bir yanıt verdi.
Kardeşler
Vakha Umarov, mart ayında Moskova Metrosu’ndaki saldırıları üstlenen Dokka Umarov’un erkek kardeşiydi konuştuğum. Giydiği pembe bir tişört konumu itibariyle üzerinde garip görünüyordu.
Resmen kendisinin direnişçilerle bir alakası olmadığı konusunda beni temin etti. Bir tutam sakal eksik haliyle kendisini “Kuzey Kafkasya İslam Devleti Emiri” ilan eden erkek kardeşi Dokka’ya olağanüstü derecede benziyordu.
“Dokka’yı son kez, 2000 yılında ayrılırken görmüştüm…” dedi.
Peki kendisi Dokka’yı ve Kafkasya’da Moskova’dan bağımsız ve İslami bir devlet projesini destekliyor muydu?
“Bu savaşı bizler başlatmadık… Sona erdirecek olanlar biz olacağız. Zira Dokka öldürülürse, cennete gidecektir… Muhakkak ki O, Hak için savaşıyor.”
Vakha’nın Dokka’nın altı çocuğuna baktığına ilişkin değişik bilgiler almıştım. O da bunu ve daha fazlasını doğruladı.
Biz röportajı sürdürürken Dokka’nun, yüzü siyah çarşafının içinde babasının simasından desenler taşıyan kızı dairede göründü. Dokka’nın hanımı kapı komşusuydu.
Peki ya Moskova’da sivilleri gelişigüzel hedef alan saldırılar Vakha’nın gözünde haklı mıydı?
“Eğer Moskova’daki sadece 40 kişinin ölümüne neden olan iki saldırı için adaletten bahsedeceksek, sadece ikinci Çeçen Savaşı esnasında 45000’den fazla çocuk öldürüldü.”
Yine Ocak ayında bir gazeteciye verdiği röportajında ortaya attığı bir iddia dikkatimi çekmişti. Orada, Çeçen direnişçilere silah ve nakit yardımının Ramzan Kadirov hükümetinden geldiğini söylemişti.
Kadırov, yarı otonom Çeçenya’nın başkanı, Rusya’nın güçlü bir müttefiki ve Çeçen direnişçilerle savaş halinde…
“Ben bizzat Ramzan Kadirov’un silah verdiğini söylemedim. Finansmanın nerden sağlandığını sorduklarında bu konu hakkında konuştum. Mesela Dokka’ya göre, finansmanın bir kısmı onlara yönetimdeki insanlardan geliyor. Bu, özellikle Kadirov’dan demek değildir” diyen Vakha konuya açıklık getirdi.
O’na savaşçıların Türkiye’de eğitilip oraya gönderilip gönderilmediğini sordum. Güldü ve “Burada Çeçenler sadece ekmek derdinde!” diye yanıtladı.
Ekmek
İstanbul Ümraniye’de, bir caminin altındaki zararsız bu yer, bir Çeçen mülteci kampı.
Otuz üç derme çatma, zar zor uydurulmuş odalar, Türkiye’deki yaklaşık 1500 Çeçen’den 125’inin evi durumunda.
Etraftaki solgun yüzlü küçük çocuklar, Vakha’nın evindeki çocukların ellerindekine benzer plastik tüfekleriyle gülerek birbirlerini “vuruyorlar”.
Biz tam da Türk yardım kuruluşu İHH’nın ekmek, pirinç, pasta ve diğer erzakların dağıtımını yaptığı zamanda oradaydık.
Kamera kaydı yaparken kamp sakinlerinden mutlu bir şekilde erzak kutusunu alan, eski bir Sovyet pilotu ve birinci savaşın gazilerinden olan, Albert Himoy ile karşılaştık.
Bana Sovyet uçaklarıyla uçarken ve daha sonra Sovyetlerin dağılıp Çeçenya’nın bağımsızlığı heyecanıyla Rusya’ya karşı silahları kuşandığı günlerdeki resimlerini göstermekten mutluydu.
Çeçenya’dan, 1999 yılındaki ikinci savaş patlak vermeden hemen önce ayrıldığını söyledi.
Albert, Temel Reisin kollarına ve keskin bakışlara sahipti, ayrıca temiz traşlıydı. Bana kamera görüntüm için neden tıraş olmadığımı sordu- bu hoşça ironikti çünkü haberimin konusuna uygun bir şekilde, biraz kirli sakal bırakmanın nazik bir şey olabileceğini düşünmüştüm.
Belirsizlik
Albert, mültecilerin ev sahiplerinin konukseverliğinden ve bir belirsizlik durumu içerisinde yaşamalarından ötürü acı tatlı bir hayatları olduğundan bahsetti.
Anlattıklarına devam ettiği kadarıyla, oldukça haklıydı.
Türkiye’nin, Çeçenleri ülkelerine kabul ederek burada yaşamalarına izin vermesine rağmen, burada yasal olarak çalışamıyor ve çocuklarını okutamıyorlar. Burada resmen mülteci olarak tanımlanmıyorlar.
Türkiye, BM’nin 1951 tarihli Mültecilik Sözleşmesi’nin imzacılardan biriyken; Türkiye’nin sözleşmedeki bir coğrafi şartı benimsemesi, Türkiye’nin Çeçenlere resmi mültecilik hakkı vermekten kaçınmasını sağlıyor.
Albert, sadece BM’ye değil Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e de Çeçenlere resmi mültecilik hakkı vermeleri için yalvaran mektuplar yazdıklarını iddia etti.
Sonra belagatlı bir biçimde hayıflandı: “Biz kimiz? Biz görmezden geliniyoruz. Burada ne bir statümüz ve ne de bir geleceğimiz yok!”
Boğaz’ın Bir Görünüşü
Daha sonra, kendimizi Fenerbahçe’de, birinci sınıf gayrimenkuller arasına sıkışmış bir yerde bulduk.
Önümüzdeki boğazın büyüleyici, turkuvaz mavisi sularına uzun uzun baktık. Arkamızda, yaklaşık 200 kişiyi barındıran Çeçen mülteci kampının derme çatma inşa edilmiş evleri vardı.
Buraya daha fazla ekmek ve ikinci el giysi gibi sadakalar taşınıyordu.
İHH için oldukça hareketli bir haftaydı. Çeçen kadınlar ulaşır ulaşmaz yardımları kapıyorlar, bu sırada kimileri hayır dualarını ediyor, kimileri ise geçici mutfaklarına koşuşturuyordu.
Kamp, kumlu ve gecekondu mahallesi gibiydi. Duvarlar, izlerden kalbura dönmüştü. Ve burada insanlar vardı. Tek gözlü ve hatta bacakları olmayan adamlar gördük. Kameraya çekilmekte gönülsüz, bizimle konuşmakta isteksizdiler. Fakat neden?
İçlerinden birisi: “TV’de görünmemiz, Çeçenya’daki arkadaş ve akrabalarımızın kaybolmalarına neden olabilir” dedi.
Paranoya ve Kuşku
Kadirov’dan nefret ediyorlardı. O’nun ismi, burada pis bir kelimeydi. Ondan bahsetmek bile burada paranoya ve kuşku yaratıyordu.
Türkiye’de hukuksuz ve belgesiz olarak bulunmaktan da nefret ediyorlardı.
Bir kameradan rahatsızlık duyan, ama cesur ve sözünü sakınmayan başka ihtiyar adam, dobra dobra; “Türkiye’de köpeklerin bile tasmalarında kimlik kartları var. Fakat biz Çeçenlerin yok!” dedi.
Bir de 13 yaşında, yakışıklı ve hayat dolu, kameradan çekinmeyen Aslanbek Abuyev vardı. Babası, onunla röportaj yapılmasına izin verdi.
Aslanbek, 3 yaşından beri Türkiye’de yaşıyordu. Türkçeyi akıcı bir şekilde konuşuyordu, futbol yıldızı Alex’e ve transferlerinde Brezilya eğilimi olan futbol kulubü Fenerbahçe’ye olan sevgisini anlatıyordu.
Ona; “Aslambek, evin neresi? Türkiye mi yoksa Çeçenya mı” diye sordum.
“Tabii ki Çeçenya!” diyerek beni payladı.
“Büyüdüğünde ne olmak istiyorsun?”
Yaşlı kamp sakinlerine doğru baktı, durakladı, çekindi, başını salladı ve gözlerini bana dikti: “Ben bir mücahid, bir savaşçı olmak istiyorum” dedi.
“Peki ya futbol, ya Alex?” diye sordum.
“Hayır, ben futbolu o kadar sevmiyorum. O sadece bir eğlence. Ben Dzhoxar Dudaev gibi olmak istiyorum.”
Dudaev, Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından sonraki Çeçenya’nın ilk ayrılıkçı lideriydi. 1996 yılında, lazer güdümlü iki Rus füzesi ile öldürüldü.
Dullar
İstanbul’da, kamptan fazla uzak olmayan bir yerdeki bir apartmanda, fakat tıpkı Vakha’nın evi gibi yerini açıklamamamın rica edildiği bir yerde, karşımda Jennet oturuyordu.
“Burada yaşamak güzel Alhamdulillah (Allah’a şükürler olsun)! Fakat Çeçenya’da zor.” diyordu.
Tepeden tırnağa Suudi tarzı çarşaf ve pelerin ile örtünmüştü ve narin gözleri dahi kumaşın arkasındaydı.
Jennet’in kocası Musa, Şubat’ta Arştı’da Rus, Çeçen ve İnguş özel birliklerinin düzenlediği bir operasyonda öldürülmüştü.
YouTube’daki bir videosunda, Dokka Umarov, Moskova metro saldırıları ile onların intikamını aldıklarını iddia ediyordu.
Bir kez daha arka planda göz kamaştıran çocuklar, oyuncak tüfekleriyle vızıldıyorlardı.
Bu katta toplam 7 kadın ve 15 çocuk vardı. Ve hepsi de bir savaşçının ölümüyle dul ve yetim kalmışlardı.
Burası 5 yıldızlı bir mekan değildi, ancak bir mülteci kampı da değildi. Tüm kadınların giyim tarzı, tam tesettürdü ve onları kamplarda kalan, yüzlerini kapatmayan kadınlardan ayırıyordu. Bu da yükselen dindarlığı gösteriyordu ki bu dullar, toplum içinde daha üst bir mevkiye terfi ediyordu.
Karşı Koyma Hakkı
Karşılaştığımız Çeçenler, Kuzey Kafkasya’daki iki yıkıcı savaş ve devam eden belirsizliğin ardından büyük acı ve öfkeyle dolmuşlardı.
Rus düzenine direnmeyi ve Ramzan Kadirov’un yaptığının aksine onları benimsememeyi, kendilerinin dini ve tarihi bir hakları olarak görüyorlardı.
Bu mültecilerle paylaştığımız sayısız bardak çay esnasında bir ziyaretçimiz bize şunu anlattı: “Oturun ve için! Biz düşmanlarımızı dahi çay ikram etmeden bırakmayız.” Joseph Stalin’in 2.Dünya Savaşı’ndan sonra tüm Çeçen halkını nasıl Sibirya’ya sürdüğünü anmamızın üzerinden fazla zaman geçmemişti.
Bu Çeçenler, şimdilik düelloyu dengelemeye çalışan ve çatışmadan kaçınan Türkiye’de kendilerini evlerinde hissediyorlar.
Ülkenin Rusya ile artan ekonomik ve enerji bağları var. Ülke, doğal gazının üçte ikisini oradan temin ediyor ve sınırları içindeki tüm Çeçen grupların etkisiz hale getirilmesi için Moskova’nın baskısı altında.
Fakat Türkiye, yeniden dirilen bir ülke, İslam dünyasında kesin nüfuzu var ve de ezilen Müslümanlara bir liman olarak görülmek istiyor. Bu dönüm noktasında Çeçen mülteciler (burada mülteci olarak adlandırılmasalar da), kendilerini buluyorlar.
Musa katledildiğinde Jennet hamileymiş ve Türkiye’ye uçmuş. Ve burada bir oğlan doğurmuş: Huzayfa.
O’na Türkiye’de kalmak isteyip istemediğini sordum.
“Burada, oğlum Huzayfa 15 yaşına gelene kadar yaşayacağım. Sonra O’nu Çeçenya’ya cihada göndereceğim.”
13.05.2010
Imran Garda – Al Jazeera
Tweet
Bir yanıt bırakın!